
Ülkemin Çocuklarına Mektubum
To read in English, click here.
Para leer en Español, haz click aquí.
Güzel ülkemin bütün çocuklarına:
Size hikâyemi anlatmanın zamanı geldi. Bütün hikayemi.
Bir futbol ülkesi olarak geleceğimiz hakkında çok düşünüyorum. Yolculuğumun bazılarınıza ilham vereceğini ve Türkiye’deki kız ve erkek çocuklarına, her şeyin mümkün olabileceğini gösterebilmesini umuyorum.
Sadece birkaç sene önce ben de sizlerden biriydim.
Aslında komik… 12 yaşındayken, bir Playstation almaya kafayı takmıştım. Bunu ne kadar çok istediğimi anlayamazsınız. Babama her gün yalvardım. Tek istediğim FIFA 17’ydi.
Ben çocukken pek video oyunu oynamazdım, çünkü hep sokakta futbol oynuyordum. Ama bir gün arkadaşlarımdan birisi PS4 aldı ve içinde FIFA 17 vardı, o gün hayatımızın en güzel günlerinden biri gibiydi.
Alex Hunter ile kariyer modunu görünce – off. Çıldırdık.
Alex Hunter’ı hatırlıyor musunuz? Bazılarınız bunun için çok genç olabilir. FIFA 17’nin The Journey (Yolculuk) adında bir modu vardı. Bu modda Alex adında, kimsenin tanımadığı bir çocuk olarak başlayıp büyük kulüplerle anlaşma imzalamaya çalışıyordun. Eğer başarırsan, Cristiano Ronaldo gibi büyük yıldızlarla yan yana tünelden sahaya çıkıyordun.
Bizim için oyundan çok daha fazlasıydı bu, televizyon ekranında gördüğümüz rüyamızdı. O kadar çok bağlanmıştım ki. Arkadaşımın evinden ne zaman eve dönsem, babama PS4 için yalvarırdım.
“Çok uslu olacağım! Derslerime çok iyi çalışacağım!”
Ama Türk anne ve babalarını biliyorsunuz. Babam uzun süre sadece “Biraz bekle, bir iki şeyi halletmem lazım…” dedi.
Ne demek istediğinden tam emin değildim. Ama bir gün okuldan eve döndüğümde, mutfak masasının üstünde bir paket vardı. Playstation şeklinde bir kutuydu.
Çıldırdım.
Babama baktım ve “Gerçekten mi?!” diye sordum.
O da “Gerçekten.” dedi
Açtığımda Playstation’ın içinde bir sürü oyun vardı. Herhangi bir disk gerekmiyordu. Gerçek olamayacak kadar iyiydi. İçimden dedim ki, Nasıl yani, babama tek bir oyun için yalvarmak zorundayken şimdi bana 20 oyun mu veriyor?
Babama sordum. “Baba piyangodan para falan mı kazandın?”
O da “İyi bir fiyat yakaladım” dedi.
“Mağazada mı?” diye sordum.
Babam da “Yok, yok, pazarda…” dedi
Sonra benim FIFA’da Yolculuk modunun olmadığını fark ettim. Alex Hunter’ı bulamadım. Bazı tuhaf isimler de vardı. Cristiano Ronaldo olmak istediğimde, “MD White” isminde bir kulüp seçmem gerekiyordu.
Tekrar babama gittim. “Baba doğru FIFA’yı aldığına emin misin? Biraz garip de bu.”
O da “Evet eminim. Kapatıp açmayı denedin mi?” dedi.
“Baba………”
“Belki de internettendir.”
Haftalarca bu şekilde oynadım. Daha önce FIFA dışında başka futbol oyunu oynamamıştım, o yüzden bendekinin farklı bir versiyon olduğunu sanıyordum. Ama bir gün arkadaşlarım da oynamak için bize geldi ve “Arda… bu ne?” dediler.,
“Nasıl yani? FIFA işte” dedim.
Onlar da “Arda bu FIFA değil. Çakma bu” dediler.
Ben de “Hayır, ya, futbol oyunu işte bu.” dedim.
“Oğlum, Fenerbahçe nerde? Bu isimler ne? Babanı kandırmışlar” dediler.
Hepsi gülmekten yerlere yatıyordu. Ben de onlarla gülmeye çalıştım ama aslında o kadar utanmıştım ki. Bu anı kalbime kazındı.
Ama çakma bir FIFA’m olması umurumda değildi. Ona rağmen seviyordum. Gerçek bir saha, gerçek bir kale ya da yeni bir PlayStation’a ihtiyacım yok. Ben taşlardan yapılmış kale direkleriyle bile mutluyum.
Türk zihniyeti böyledir.
Gerçek bir saha, gerçek bir kale ya da yeni bir PlayStation’a ihtiyacım yok. Ben taşlardan yapılmış kale direkleriyle bile mutluyum.
- Arda Güler
Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Ben varlıklı bir ailede büyümedim. Bir futbolcunun oğlu değilim. Ankara’da bir apartman binasının birinci katında büyüdüm. Annem ev hanımıydı ve babam da yeni iflas etmiş bir dükkan işletiyordu.
Niye mi iflas etti?
Aslında Türkiye’de sorulan 100 sorudan 99’unun cevabı bu.
Futbol.
Biraz babam hakkında konuşalım. Futbolu ne kadar mı çok severdi? Gelin size anlatayım.
Ben daha yeni yürümeye başladığımda, şut çekmem için sol ayağımın önüne balonlar yerleştirirdi. Solak bir futbolcu olmamı istiyordu.
O sadece bir Fenerbahçe taraftarı değildi, adeta Fenerbahçe’yle yaşıyordu. Hep, ‘Bizim damarlarımızdaki kan sarı-lacivert akar' derdi.
Bir defasında biz derbide gol atınca, koltuktan öyle bir fırladı ki tavandaki lambayı kırdı. 2010’da son maç şampiyonluğu kaçırdığımızda ise, sinirle bir kutuya tekme attı ve ayağını incitti — tam bir çizgi film karakteri gibiydi.
Babam sayesinde, doğduğum andan itibaren Fenerbahçeli’ydim. Neredeyse kelimenin tam anlamıyla.
İlk hayallerimden biri, Fenerbahçe’nin bir maçını stadda izleyebilmekti.
İnternetten bilet alabilmek neredeyse imkansızdı. Sayfayı yenilemek için hazırda beklerdik, saat tam 13,00 olduğunda…
TIK TIK TIK TIK TIK TIK TIK!!!!
13:01.
BİLETLER TÜKENMİŞTİR.
Her seferinde böyleydi.
Ama 2014’de ben dokuz yaşındayken, Fenerbahçe’ye bir stadyum cezası verildi ve tribünleri kapatmak yerine, sadece kadın ve çocukların gelmesine izin verdiler. Bu bizim için bir şanstı. Biletler satışa çıkmadan önceki gece; annem, babam, ablam, ben arabaya bindik ve 5 saat süren yolun sonunda İstanbul’a gelip bilet satış ofisinin sırasına girdik. Sabah 5’te varıp bilet satış ofisi açılana kadar arabada uyuduk.
Sırada üçüncüydük. Çılgınlık resmen.
Ertesi sabah, o biletlerin elimizde olduğuna inanamıyorduk.
İlk kez Şükrü Saraçoğlu’na gitmek, bir hayal dünyasına ilk kez ayak basmak gibiydi. İçeriden merdivenleri çıkıyorsunuz ve her basamakla tribünleri ve sahayı biraz daha iyi görüyorsunuz ve ta ki… oradasınız. Önünüzde tüm stad beliriyor ve sonra o sesi duyuyorsunuz… atmosfer inanılmaz. Tribünlerde hiç erkek yoktu ama eminim ki o stadyumu sadece çocuklarla doldursanız bile, o atmosfer yine de dünyanın en iyilerinden biri olurdu.
Bir noktada sahada Aziz Yıldırım’ı gördüm. Dokuz yaşında bile onun kim olduğunu biliyordum. Onu görebilmek için aşağıya koştum, o kadar heyecanlıydım ki anneme nereye gittiğimi söylemeyi unuttum. Annem dönüp koltuğuma bakmış ve… Arda yok?! 20 dakika boyunca beni kaybettiğini sanmış. Bu durum onu hiç de mutlu etmedi tabii... (Özür dilerim anne!)
O atmosferin içerisindeyken adeta cennettesiniz. Çocuklar, umarım bir gün hepiniz bu duyguyu yaşarsınız.
Stad benim o güne kadar top oynadığım yerlerle kıyaslanamayacak kadar iyiydi. Ben apartmanımızın dışında, mahalledeki büyük çocuklarla bir basketbol sahasında oynardım. Ya da okulumda. Ya da bir otoparkta, arabaların camlarını kırardım. Babam da bunların parasını ödemek zorunda kalırdı. Ama iflas etmemizin sebebi bu değildi.
Okulda Mahmut adında bir beden eğitimi öğretmenimiz vardı. Ben dokuz yaşındayken, bir gün babama beni Gençlerbirliği Akademisi’ne yazdırması gerektiğini söyledi. Babam buna hayır dedi çünkü oraya her gün gitmek bir saatlik yol demekti. Ama Mahmut Hocam bende bir şey görmüştü ve babamı ikna etti. Babam beni her gün idmana götürmeye başladı, bu onun için saatler süren bir işti. Bu sırada dükkan, ortağına emanetti. Ne olduğundan emin değilim ama bir gün babam beni bir kenara çekti ve “Oğlum ….. Dükkanı kapatmamız gerekiyor.” dedi.
İflas etmiştik.
O dükkan bizim tek gelir kaynağımızdı. O dönemlerde arkadaşlarımın beni waffle yemeye çağırdığını hatırlıyorum. Bu durumda “Kusura bakmayın param yok” diyemiyorsunuz. Ya hep çok yorgun olurdum ya da “yetişemeyeceğim” derdim.
Neyse ki her zaman sofrada yemeğimiz olurdu. Biliyorum; uyuyacak bir evi, sığınacak bir çatısı olmayan birçok çocuk var.
Çok şükür, şanslı olduğumuzu biliyordum.
Bir süre sonra, babamlar yeni bir dükkan açtılar. Bu durumumuzu hafifletti ama birkaç sene sonra Fenerbahçe beni istediğinde, aklımızda sadece futbol vardı diyemem. Paraya ihtiyacımız vardı.
Karar vermemiz üç ay sürdü, çünkü böyle bir karar insanın tüm hayatını değiştirir. Ben 13 yaşındaydım, annem ve babam evden uzaklaşmamı istemiyordu. Benim hayalim Fenerbahçe’de oynamaktı ama bunun aynı zamanda çok riskli ve büyük bir karar olduğunun farkındaydık. İleride profesyonel bir futbolcu olacağımdan kimse emin olamazdı.
Sonunda babam “Boğulacaksan büyük denizde boğul” dedi.
Bu da İstanbul demekti.
“Altı ay sonra her şey yolunda giderse, biz de her şeyi satıp senin yanına geliriz.”
Ankara’dan ayrıldığımız gün, babam tüm sevdiklerimizi topladı, belki 30 kişi vardı. O gün doğum günümdü ve büyük bir pastayla kutladık. Ama annem sürekli ağlıyordu. Bu kadar çok göz yaşının olduğu bir doğum günü görmemiştim. Benimle gurur duyacağını ve yakında İstanbul’da görüşeceğimizi söyledim.
Ama o güne dair en çok benden 8 yaş büyük olan ablamla yaptığım konuşmayı hatırlıyorum.
Yola çıkmak için arabaya binerken gözlerimin içine bakıp “Arda, buzdolabını doldurman gerekiyor” dedi.
Buzdolabını doldurmak. Tam olarak bu kelimeleri kullandı.
“Arda bunu yapmalısın.”
İnsan 13 yaşındayken bu konuda ne hissetmesi gerektiğini tam bilemiyor. Sadece eğlenmek için bu oyunu oynuyorsun ama bir anda ailenin geleceği sana bağlı hale geliyor. Sadece şunu hatırlıyorum, arabayla İstanbul’a giderken babamdan aldığım doğum günü hediyesini çıkardım. Bu bir defterdi ve kapağında büyük bir başlık vardı.
ARDA 10.
Açıp içine hayallerimi yazdım. Birinci hayal: Fenerbahçe A takımında oynamak.
Sonra babam defterimi gördü ve bana yardım eden herkesin adını yazmamı istedi, 20 kişi civarıydı sanırım. Mesela beden eğitimi öğretmenim Mahmut. O beni hiçbir zaman beni profesyonel olarak oynarken göremedi. Mekanın cennet olsun hocam..
Fenerbahçe Akademisi’ne vardığımızda saate baktım.
19:07
Kulübümüzün kurulduğu yıl. Bu belki de kaderdi.
Ama gerçek hayat, FIFA Yolculuk modu gibi değil.
Birkaç ay sonra evimi özledim ve Ankara’ya geri dönmek istedim.
Gerçekten hayallerimden vazgeçmeyi düşünüyordum.
Anlamanız gereken bir şey var, Ankara ve İstanbul çok farklı şehirler. Ankara belki başkent olabilir ama para ve imkanlar İstanbul’da.
Bir gün okulumuz serbest kıyafete izin verdi. Üniforma yok. Oranın çocukları okula markalı giysilerle geldiler.
Ben üniformalı geldim.
“Arda, ne yapıyorsun?” dediler.
Ben de “Aaaa. Unuttum ya. Tüh” dedim.
Ama unutmamıştım. Sadece giyecek başka bir şeyim yoktu.
Takımda kendimi daha da yalnız hissettim, çünkü kendimden bir yaş büyüklerle oynuyordum. Benimle birlikte, uzun süredir kulüpte oynayan altı yedi oralı çocuk da vardı. Ama sadece beni oynatıyorlardı. Onlar da, “Bu Ankaralı çocuk niye oynuyor?” diye düşünüyordu. Beni dışladılar.
Bir gün antrenör “Arda, kaptan sensin” dedi.
Oralı çocuklar çok sinir oldular.
Sonra antrenör “Arda, sen 10 numarasın” dedi.
Delirdiler.
Türkiye’de 10 numara kutsaldır, biliyorsunuz. Bu U14’te bile böyle. Sadece “yaratıcı oyuncu” değil. Bir kurtarıcıdır. O Alex’tir – gerçek Alex. (Youtube’da bakın, pişman olmayacaksınız.)
Onur duydum ama aynı zamanda korktum. Benden ısınma hareketlerini yaptırmamı istediler. “Dizler yukarı! Depar!” Hiç hoşuma gitmemişti. Çok utangaçtım.
Ailemi özlüyordum.
Bir gün artık bunu yapamayacağım, dedim.
Babama söylemeye cesaret edemedim. Fazla gururluydum. Çok acı verecekti. Ama ailemin taşınmayı düşündüğünü biliyordum, o yüzden oda arkadaşıma söyledim. “Babama mesaj at, Arda’nın durumu iyi değil de” dedim.
O da “Gerçekten mi?” dedi.
“Evet, sadece yardıma ihtiyacı var de” dedim.
İşe yaradı. O mesajdan sonra benimle kalmak için İstanbul’a taşındılar. Evi sattılar. Dükkanı kapattılar. Arkadaşlarını terk ettiler. Tüm geleceklerini küçük oğullarına bağladılar.
Başarısız olsaydım, bitmiştik.
Neyse ki kısa süre içinde babam bir iş buldu.eee Zagreb’de U17 turnuvasına gittik ve oradaki akademide Modrić’in bir fotoğrafı vardı. Antrenörlerden biri kolumdan tuttu ve “Bir gün sen de onun gibi olacaksın,” dedi.
Offf… Bir çocuk olarak buna nasıl cevap verebilirsin?
Sonra bir gün, Fenerbahçe beni A takım hazırlık maçına çağırdı.
O zaman 15 yaşındaydım. A takımı ile antrenman bile yapmamıştım. Büyüklerin ne kadar güçlü olduğunu gördüğümü hatırlıyorum. Luiz Gustavo… 80 kilo ve tamamen kas. Ya ben? Hiçbir şey. Bir deri, bir kemik…
Sanırım Ağustos 2021’di ve Vítor Pereira beni ilk kez HJK Helsinki maçı için kadroya aldı. Takımda çok sakat oyuncu vardı ve ikinci yarı Filip Novak oyundan çıkmak zorunda kalınca, Pereira hocamız yedek kulübesine döndü ve elinde kalan üç oyuncuyu gördü.
Birincisi kaleciydi.
İkincisi de kaleciydi.
Üçüncüsü ise top toplayıcıya benzeyen 15 yaşında bir çocuktu.
“Arda, hazırlan.”
Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki. PlayStation'da titreyen şey sadece kumanda, gerçek hayatta ise tüm vücudun titriyor! Sahaya çıktığımda nasıl olduysa kendimi daha sakin hissettim ve sonra defterimdeki ikinci hayali hatırladım:
Fenerbahçe için bir frikik golü atmak.
Tüm hayatım boyunca bunları atıyordum. Bakın:
Kısa süre sonra ceza sahası dışından bir serbest vuruş kazandık, ama bunun Arjantinli usta José Sosa’ya ait olduğunu biliyordum. Sosa’yla serbest vuruşu kimin kullanacağı konusunda tartışamazsın, deli değilsen tabii. Ama belki de deliydim. Onun yanına yazıldım, vurmaya hazırdım.
Sanırım biraz şok olmuştu. O Türkçe bilmiyordu, ben de hiç İspanyolca bilmiyordum. O yüzden İngilizce “Vurabilir miyim?” dedim.
Sosa bir şey demedi.
“Ben mi? Yoksa sen mi?” dedim.
Sosa, “………..”
“BEN? SEN?”
Birden bire taraftarların hepsi uuoooooooooo dedi.
Stadyum kamerası yüzüme kadar zum yapmıştı. Dudaklarımdan serbest vuruşu kullanmak istediğim okunuyordu ve sanırım cesaretim hoşlarına gitti. Ama ya Sosa Abi?
Başrol hala oydu.
Serbest vuruşu o kullandı.
Kaçırdı.
Ama o anı ve taraftarların tepkisini hiç unutmayacağım.
Maçtan sonra stadyumun dışında annemle babamı gördüm. Annem ağlıyordu.
“Arda, başardın.”
Babam konuşmadı. Keskin bir bakışı vardı, kulaklarından dumanlar çıkacaktı adeta. “Baba, sevinmedin mi?” diye sordum.
“Sosa…… neden kullanmana izin vermedi??”
“Ama baba…..”
“Sen vursaydın gol olurdu, eminim!”
Stadyum kamerası yüzüme kadar zum yapmıştı. Dudaklarımdan serbest vuruşu kullanmak istediğim okunuyordu ve sanırım cesaretim hoşlarına gitti.
- Arda Güler
Bilirsiniz, insanlar Türk taraftarları için “tutkulu” der. Ama bu kelime yetmez. Kısa bir hikâye anlatayım:
Bir keresinde, Fenerbahçeli bir arkadaşım Galatasaray derbisine gitmişti. Günlük ilaç kullanması gereken biriydi. Hakem bize penaltı vermeyince atacak bir şey bulmak için etrafına bakınmış. Su şişesi, çikolata… ne bulursa artık. Ama hiçbir şey bulamamış. Sonra cebindeki ilaç kutusunu çıkarmış.
İlaç kutusuna uzun uzun bakmış. Kronik bir rahatsızlığı olduğu için o ilaca ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ama Galatasaray’a olan nefreti o kadar büyüktü ki… Sonunda kendini tutamamış.
İlaç kutusunu sahaya fırlatmış.
O gece, saatlerce İstanbul sokaklarında nöbetçi eczane bulmak için dolaşmış.
Sanırım bu hikayeyi sadece Türk birisi anlayabilir.
Galatasaray olmadan Fenerbahçe olmaz – Bu sonsuz bir rekabet ve bir o kadar da bitmeyen bir dostluk. Ama eğer Fenerbahçeli biriysen, Galatasaray’a dair her şeyin karşısında olursun. Bu böyledir.
Bu dönemde sakin olmam gerekiyordu. Bütün arkadaşlarım dikkatli olmamı söylüyordu, çünkü bu oyunda rüzgar bir anda tersine esebilir, yapacağın ilk hata her şeyi bitirebilir. Babam, olur da olumsuz bir şey yazılmıştır diye gazetelerde çıkan tüm yorumları okuyordu.
Annem sadece “Olumsuz bir şey mi? Seni nasıl sevmesinler ki?” derdi.
Kendi sahamızda oynadığımız maçlarda, insanlar tribünde yanına gelip teşekkür ettiğinde annem hep ağlardı. Tabii ki gol attığımda da mutlu olurdu ama birisi ona “Ne güzel evlat yetiştirmişsiniz,” dediğinde? İşte bu, Fenerbahçe için atılmış yüz golden daha değerliydi onun için.
Bunu unutmayın çocuklar: Futboldan daha önemli sadece iki şey vardır. Allah ve aile.
Özellikle Anne :-)
Ağustos 2021’de gelen telefonu asla unutmam.
"Arda…… Annen. Kalbinde bir problem var. Acil bir ameliyat olması gerekiyor."
Bunu duyduğunda, futbol aklından siliniyor. Dünyan dönmeye başlıyor. Karnının derinliklerinde bir yumru hissediyorsun. Doktorlar, onun kalbindeki bir kapakçığı değiştirmek zorunda kaldılar.
Ameliyata hazırlanırken, yatağından benim Kasımpaşa'ya karşı iki gol attığımı seyretti. Ailemden birisi, benim gol sevincimi izlerken ağlayan annemin videosunu göndermişti. Maç sonu soyunma odasına gittiğimde videoyu izledim ve o kadar korktum ki. Bu, her anın son an olabileceğini hissettiren bir ağlamaydı.
Ben de ağladım, gerçekten öleceğini düşündüm.
Ertesi gün, kulübe bir sonraki maça çıkamayacağımı söyledim. Hayatımda ilk defa, topa dokunmak bile istemedim.
Neyse ki Fenerbahçe durumu inanılmaz şekilde karşıladı. Bana izin verdiler ve Başkan Ali Koç bize en iyi doktorları sağladı. Ameliyat başarılı geçti ve annem iyileşti.
Ne yaparsan yap, hayattaki en önemli şey ailedir.
Ameliyatın üzerinden iki ay geçtikten sonra, Dinamo Kiev’e karşı bir gol attım ve bir mesaj göstermek için formamı kaldırdım:
ANNECİM SENİ ÇOK SEVİYORUM
(Hep seveceğim.)
Sırada üçüncü hayalim vardı: Fenerbahçe’nin 10 numarası olmak. Bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim, çünkü forma Mesut Özil’e aitti. Bana en çok şey öğreten oyuncu oydu ama ilk üç ay onunla konuşmaya bile cesaret edemedim. Çok utangaçtım.
O, koridorda yanımdan “Arda, kolay gelsin” diyip geçerdi.
Sadece önüme bakıp, “Tamam” derdim.
O da “Arda, iyi misin?” derdi.
Ben de “Evet, evet.” derdim.
Özil’i tanımayanlar onu biraz soğuk bulabilir, ama arkadaşlığımızı başlatan oydu, çünkü ben cesaret edemedim. Bir keresinde, beni tesiste odasına davet etti ve orada kullanmadığı bir PlayStation vardı. Sanırım ona büyük gözlerle baktığımı fark etti, çünkü “Arda, istersen alabilirsin” dedi.
Ben de “Hayır, alamam” dedim.
Çok utangaçtım.
“Arda, al bunu.”
Çok iyi kalpliydi.
Özil 2022’de Fenerbahçe’den ayrıldığında, formanın yeni transferlerden birine verileceğini düşündüm. 17 yaşındaydım ve bir kral tacı nasıl isteyemezse, 10 numarayı da isteyemezdim. Ama yönetim kurulu üyeleri bana, “Arda, forma senin… ama sadece onu giymeye cesaretin varsa,” dediler.
Bunu düşünmek tam tamına bir saniyemi aldı.
“Alıyorum.”
O formayı ilk kez giydiğimde... Bunu nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. Sadece Alex’in ayak izlerinden gitmiyordum. Tüm takımın ve milyonlarca taraftarın yaratıcı sorumluluğunu üstleniyordum. Bu bir ayrıcalıktı. Bir onurdu. Bir hayaldi.
Arda Güler, Fenerbahçe’nin 10 numarası.
Neredeyse kupa kazanmak gibiydi.
O formayı giydiğimde kendimi yenilmez hissediyordum.
O ekstra sorumluluk, attığım her golü daha önemli kıldı. Dinamo Kiev’e karşı oynadığım maçtan iki hafta sonra, Instagram’da gezinirken bir başlık gördüm:
“ARDA GÜLER TÜRKİYE KADROSUNDA”
Bana haber bile vermemişlerdi. İlk maçımız Diyarbakır’da İskoçya’ya karşıydı ve yedek kulübesinde otururken taraftarlar oyuna girmem için hep bir ağızdan benim adımı bağırıyorlardı. O destek benim için çok değerliydi. Bazen Fenerbahçe’de yedek olduğumda, karşı takımın taraftarları bile teknik direktörden beni oynatmasını isterdi. Böyle bir şey hiç görmemiştim. Ne diyebilirdim ki? Sadece teşekkür ederim.
Ondan sonra her şey çok hızlı gelişti. Mart ayında, yine Türk milli takımına çağrıldım.
Sonraki aylarda, transfer teklifleri ardı ardına gelmeye başladı.
Ama beni gerçekten heyecanlandıracak bir teklif almadıkça onları duymak istemedim. Sonra Haziran’da, babam yeni bir teklif hakkında benimle konuşması gerektiğini söyledi.
Ben de, "Baba söylediğim gibi eğer beni heyecanlandırmayacaksa duymak istemiyorum..."
O da, "Arda ...." dedi
"Efendim?"
"Real Madrid."
Real Madrid... Dördüncü hayalim. Bu kadar hızlı olmuş olmasına inanmak gerçekten zordu. O yaz, babamla ben, gitmem için çok erken olup olmadığı konusunda uzun uzun konuştuk. Aslında olay çok karmaşıktı, çünkü başka birçok teklif de vardı ve ne yapacağımı karar vermek zordu. Ama sonra Sayın Carlo Ancelotti ile görüntülü bir görüşmem oldu.
Ekranımda numarası belirdiğinde ve video yüklenirkenki o anı hiç unutmayacağım...
“Merhaba, Arda. Nasılsın?”
O da tatildeydi. O an o kadar gerçeküstüydü ki, detayları hatırlamakta zorlanıyorum ama sanırım o, Hawai gömleklerinden birini giymişti, güneş gözlükleri vardı ve galiba bir puro içiyordu.
"Arda, burada büyük bir geleceğin olacak. Belki ilk yıl değil, ama fırsatların olacak. Modrić ve Kroos çok yaşlanıyorlar, seni orta sahada oynatabiliriz."
Adımı Modrić ve Kroos ile yan yana duymak gerçeküstüydü. Konuşamadım.
Sonra dedi ki, "Arda, Madrid'e geleceğine söz ver. Söz ver, söz ver, söz ver."
Ben de dedim ki, "Tabii ki, efendim."
O da dedi ki, "Yakında konuşuruz. Şimdi eşimin yanına gitmem gerek."
Hahaha. Ancelotti uzatmaları oynuyordu.
Telefonu kapattığımda, babama baktım ve karar verdik...
"Eğer boğulacaksan..."
"Büyük denizde boğul."
Bir Real Madrid oyuncusu olarak tanıtıldığında, bu bir düğün töreni gibidir. Sözleşmen altı yıllıktır, ama amaç bir ömür boyu birlikte olmaktır. Ailemle birlikte oturuyordum, annem ağlamaya başladığında, gözyaşlarını sildim ve yanağından öptüm.
Burada olmak için o kadar çok şeyden vazgeçmiştik ki ve şimdi hayalimiz gerçek olmuştu.
PlayStation'da Alex Hunter olarak oynamak için param yoktu.
O yüzden gerçekte ona dönüşmek zorunda kaldım.
İlk baştan beri Ancelotti, benim için bir baba gibi oldu. Ama komikti çünkü her konuda benimle şakalaşırdı ve ben hala dünyanın en büyük kulübünü kavramaya çalışan, gözlerini açmış bir çocuktum. Ne zaman ciddi olup olmadığını anlayamıyordum.
Bir gün Ancelotti dedi ki, "Raúl, Castilla'nın teknik direktörü. Eğer onu görürsen selam ver. Raúl'u tanıyorsun, değil mi?"
Tabii ki Raúl'ü tanıyorum. O kaptandı, Madrid tarihinin en fazla gol atan oyuncusu, yaşayan bir efsane.
Ertesi gün antrenmandan sonra, bir adam yanımıza geldi. Ancelotti dedi ki, "Arda, bu Raúl."
Ama şöyle bir durum var ki, bu efsanelerden birini ilk kez canlı olarak gördüğünüzde, bu durum gerçek değilmiş gibi geliyor. Sahte gibi. Raúl, Real Madrid'de oynadığında dönemde onu izlemek için çok gençtim. Sadece YouTube'da görmüştüm.
Ancelotti gülümsedi ve kesin yine benimle dalga geçiyor, diye düşündüm.
''Hadi ama, efendim. Kusura bakmayın, ama bu Raúl olamaz.''
Ancelotti'nin gülmesini ve ''Aferin'' falan demesini bekliyordum ama bana ciddi bir bakış atıp, ''Ne demek Raúl değil?'' dedi.
Sonra Raúl bana dönüp, 'Ben Raúl González. Tanıştığımıza memnun oldum.' dedi.
Ben de 'Hayır, değilsiniz. Hadi ama.' dedim.
Duyduklarına inanamadılar. Birkaç dakika böyle devam ettikten sonra Ancelotti, Toni Kroos'u çağırdı.
“Toni, bu Raúl mu?”
“Nasıl yani? Tabii ki.”
Hâlâ inanamadım. Bu büyük bir şaka. Beni kandıramayacaklardı.
Sonra Modrić’i çağırdı!
“Luka, bu Raúl mü?”
“Tabii ki, Raúl.”
O an korkmaya başladım.
Hatta Raúl bile bana bakıp, “Tabii ki Raúl.” dedi.
Telefonlarından Raúl’ün resimlerini göstermeye başladılar. Nihayet pes ettim ve dedim ki, “Tamam, özür dilerim. Gerçekten Raúl’sünüz. Tanıştığımıza memnun oldum, efendim.”
Herkes Türkiye’den gelen çocuğa gülüyordu. Hatta Ancelotti bile.
Eve gidip aileme ne olduğunu anlatınca, bana bakıp,
“Arda ........... çok salaksın.” dediler
Bu, Real Madrid’deki ilk haftamdı.
İyi bir başlangıç, Arda.
Geldiğimde, David Alaba ve Toni Rüdiger’in aslında biraz Türkçe bildiklerini öğrendim. Berlin ve Viyana’da Türk göçmenlerle büyümüşler. Alaba, büyük bir Galatasaray taraftarı. Courtois, Arda Turan’la oynadığı için o da bazı kelimeleri biliyor, tabii ki kötü olanları.
Ama garipti çünkü, Türkiye’de biz büyüklerimize saygıyla hitap ederiz. “Abi” deriz ve bu kelime aslında “büyük kardeş” demektir. Kültürümüze işlenmiş bir şey bu. Modrić’e sadece “Luka” demek benim için mümkün değildi. O, babam olabilecek yaşta, anlıyor musunuz?
O yüzden “Merhaba Luka Abi” derdim.
Eee... Alaba ve Rüdiger bunun herkes, hatta benim için bile geçerli olduğunu düşündüler.
Bana da “Günaydın, Abi” demeye başladılar.
İsim tutmuştu ve artık değiştirmek için çok geçti. Resmen soyunma odasındaki en genç abi, Arda Abi oldum.
Genellikle bir kulübe, büyük bir gol attığında ya da belirleyici bir pas verdiğinde oraya “vardığını” hissedersin. Benim için o an aslında, ceza sahası dışında bir frikik kazandığımızda geldi ve ben o an yedek kulübesindeydim. Modrić bana döndü ve dedi ki, “Hey Arda, bu tam senlik bir pozisyon.”
Böyle küçük şeyler gerçekten çok değerli.
Yakın zamanda başka bir maçta, ilk yarı sonunda gerideydik ve Modrić bana, "Hazırlan, oyuna girmelisin." dedi.
Bu efsane, tüm zamanların en iyi orta saha oyuncularından biri ve şimdi benim maçı çevireceğime güveniyordu.
Çok etkilenmiştim.
Türk halkının Real Madrid’in her maçında oynamamı istediğini biliyorum. Ben de istiyorum, ama sabırlı olmam gerektiğini biliyorum. Ancelotti bana dünyanın en iyi orta sahalarından biri olabileceğimi söylüyorsa, bu benim için kulübün bir planı olduğu anlamına geliyor.
Ama yedek kulübesinde olmak kolay değil. Şampiyonlar Ligi'ni kazandığımızda, aslında kupayı kaldırmak içimden gelmiyordu, çünkü sahada çok fazla katkıda bulunmamıştım. Bu yüzden Ancelotti Cibeles’te bana mikrofonu verdiğinde çok utandım. Otobüsün tepesine çıkmayı planlamıyordum, çünkü gerçekten çok yorgundum. İki arkadaşımla mesajlaştığımı hatırlıyorum, “Neredesin? Seni göremiyoruz.”
Aşağıda Kroos ve Modrić ile konuşuyordum, ve Modrić bana Mourinho'nun Fenerbahçe'ye gidip gitmeyeceğini soruyordu. Arkadaşlarım ise, “Kafayı mı yedin?? Şampiyonlar Ligi'ni kazandın! Çık kutla!” diyordu.
Ben böyleyim işte. Bir şampiyonluk kazanmak yeterli değil. Onu hak ettiğimi hissetmem gerekiyor.
Bu yüzden Avrupa Şampiyonası farklı hissettirdi. Gürcistan’a attığım golden sonra telefonum patlayacaktı. Beğeniler. Takipçiler. Mesajlar. Tebrikler. Çılgınca.
Portekiz ile oynayacağımız maç için biraz heyecanlıydım. Maçtan sonra Ronaldo’nun benimle konuşmasını umuyordum çünkü ona çok saygı duyuyorum. O gün, Marca bu manşeti bastı:
“ARDA, CRISTIANO’YA MEYDAN OKUYOR”
Eyvah, olamaz...
Gerçek şu ki, Cristiano ile aynı sahayı paylaşmak benim için büyük bir onurdu. The Last Dance belgeselini izlediniz mi? Cristiano, aynı Michael Jordan gibi. Böyle bir manşet onun için motivasyon kaynağıdır. Portekiz maçı 3–0 kazandı ve Cristiano maçtan sonra kimseyle konuşmadı.
Birkaç gün sonra onun nasıl hissettiğini anladım, çünkü stada giderken otobüste bir video gördüm. Bir grup Avusturya taraftarı vardı.
“Arda Güler de kim *****?” diyorlardı.
Şok oldum. Neden biri benim hakkımda böyle bir şey söyler ki?
Ama sonra Jorge Jesus’un Fenerbahçe’de haftalarca beni kadroya almadığında yaşadıklarımı hatırladım. Bir gün frikik çalışması için iki takım dizdi, ama ben hiçbirinde yoktum. Tek başıma köşe vuruşu çalışıyordum. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu, eve geldiğimde o kadar çok ağladım ki. Bir daha asla bu duyguyu hissetmeyeceğime dair kendime söz verdim.
İnsanlar beni yaratıcı bir oyuncu olarak görüyor ama ben aynı zamanda bir savaşçıyım.
Beni yedeğe mi çekiyorsun? Daha çok çalışırım.
Hakkımda kötü mü konuşuyorsun? Seni ezer geçerim.
O Avusturya videosunu izlediğimde, Michael Jordan moduna geçen bendim. Maçta sürekli bana karşı tezahürat yaptılar. Üstüme bira bardakları fırlattılar.
Mükemmel.
İkinci golümüzün asistini yaptığımda, Avusturya taraftarlarına döndüm.
Teşekkür ederim.
Sanırım bunu kişisel algıladım.
Çeyrek finalde elendiğimizde, Türkiye'deki insanların bize sırt çevirip çevirmeyeceğini merak ettim, ama ülkemiz için ne kadar savaştığımızı görmüşlerdi. Türkiye’de bir insanın karakteri her şeydir.
Rüdiger, tutkumu ve öfkemi fark ettiğini söyledi. Rüdiger‘den öfke övgüsü aldıysan, iyi yoldasın demektir. Fenerbahçe’de genç bir oyuncuyken bile takım arkadaşlarıma sürekli direktif verirdim. Kendimi tutamam. Susarsam kötü oynarım. Lider olmak istiyorum, kornerleri ve frikikleri hep ben kullanmak istiyorum. İsterseniz Sosa Bey’e sorabilirsiniz.
Real Madrid’de oynamak aslında kolay. Biliyorsun ki Modrić koşunu görecek. Vinícius, kötü bir pası bile güzel gösterecek.
İspanyolca öğrenmek, kültüre uyum sağlamak ve ayaklarının devamlı yere basması asıl zor olan şeyler. Bu yüzden ailemin beni her ay ziyaret etmesi, bir de annemin hâlâ odanı topla demesi çok iyi oluyor.
Hep, “Futbolcu olmasaydın, başın büyük dertte olurdu.” der.
Neyse ki buzdolabı dolu.
Ankara’dan ayrıldığım günden beri, buraya gelmeme yardım eden insanların isimlerini yazmaya devam ediyorum. Sayı yirmiyi çoktan geçti. Annem, babam, ablam, arkadaşlarım, antrenörlerim, başkanlarım, beden eğitimi öğretmenim Mahmut, annemin hayatını kurtaran doktorlar...
Kim olursan ol, tek başına başaramazsın.
Bu senenin başında 20 yaşıma girdim. Defterimde hâlâ gerçekleşmeyi bekleyen çok fazla hayal var. Real Madrid için önemli bir oyuncu olmak istiyorum. O Şampiyonlar Ligi kupasını gerçekten hak ederek kazanmak istiyorum. Bu kulüpte de 10 numara olmayı da çok isterim.
Her şeyden önce, Türk futbolunun yeni nesline yol göstermek istiyorum.
Türk futbolunun büyük umudu olduğumu biliyorum, ama tek olmak istemiyorum. Herkesin önünü açmak istiyorum.
Bu mektubu okuyan sizleri kastediyorum.
Eve döndüğümde, beni gördüğünüzde ne kadar mutlu olduğunuzu görmek beni duygulandırıyor. Tezahüratlar hâlâ kulaklarımda çalıyor. Sevginizi Madrid'den hissedebiliyorum.
Tüylerimi diken diken eden 2023 depremine ait bir video var. Fenerbahçe'de pek fazla oynamadığım bir dönemde çekildi. Belki görmüşsünüzdür. Kurtarma ekiplerinden iki adam, enkazdan yeni çıkartılmış küçük bir çocukla birlikte. Çocuk yatıyor, vücudu örtülmüş, ama kafası dışarıda. Sirenler duyuluyor. Çocuk, neredeyse beş gün boyunca beton blokların altında kalmış, öleceğini düşünmüş ve benim için bir mesajı var.
Öyle bir anda! Benim için!
O kelimeleri asla unutamam.
Arda Güler Abi
Seni çok seviyorum
Fenerbahçe’yi kurtarmaya devam et
Abi hocaya söyle seni de oynatsın
Sonra iki kahramandan birisi şöyle diyor:
Biz pes etmedik sen de pes etme.
Bu sözleri duyduktan sonra nasıl pes edebilirim ki?
Yani bir PlayStation ve bir hayali olan Türkiye’deki her çocuğa söylemek istediğim şu:
Bir top kapın ve dışarıya koşun. Kendinizi dünyanın sahibi gibi hissedeceksiniz.
Saygılarımla,
— Arda